Skip to main content

Taş Kabuk Sessiz

İçinde yaşadığımız üretim ve tüketim ilişkilerinin güncel biçimiyle devam etmesi durumunda gezegenin yok oluşa doğru gideceği görüşü uzun zamandır dillendirilmekte. Özellikle son iki yüz yıldır doğanın etkin bir şekilde sömürü ilişkilerine tabi kılınması ekolojik krizi kaçınılmaz hale getirdi. Bu süreç sanat ve ekoloji ilişkisinde yeni sorun alanlarını gündeme taşırken malzeme, yöntem, form ve içerik yaşamsal olana derinden bağlandı. Doğa-insan dikotomisinin ötesinde bütüncül ekolojik yaklaşımları odağına alan çalışmalar çoğaldı. Kapitalosen, tarih dışı eko-yıkım anlatılarındaki “kayıp özne”yi tartışmaya açtı. İnsanı doğanın karşısına koyan, doğadan soyutlayan ve müştereklerin yok edilmesinin müsebbibi olarak işaretleyen anlayışlar sorgulandı. Düz çizgisel bir tarih anlatısı yerini döngüsel ve ilişkisel perspektiflere bıraktı.

Hasankeyf’in sular altında kalışını ve bölgedeki eko-yıkıcılığı gözler önüne seren Taş Kabuk Sessiz serisini de toplumsal ve kültürel yok edilişi içine alan bir güncel eko-sanat örneği olarak okumak mümkündür. İnsan merkezli bir “uygarlaştırma” projesi olan Ilısu Barajı, sular altında bıraktığı devasa tarih yanında 80 bin kadar insanı yerinden etti. Bununla birlikte çok önemli bir biyoçeşitliliğe sahip Dicle Vadisi’nin yok olmasını beraberinde getirdi. Dicle’ye yapılan barajın etkisi sadece çevresel değil, sosyo-kültürel olarak da hissedildi. Bu seride kayıt altına alınan görüntüler zaman içindeki dönüşümlerin doğanın ve kültürün örgütlü bir şekilde yok edilişini belgeler. Kadim zamanların izleri silinirken zaman ve mekân, yaşam ve ölüm, iktidar ve karşı duruş birbirine dolanır. Modern zamanlara özgü olan yaşam ve ölümün birbirinden ayrılması bu yıkımla birlikte yeniden iç içe geçer. Aşina olunan yaşam biçimi ters yüz hale gelir. Tahribat, yaşayanlar kadar hayatını kaybedenleri de etkiler. Doğayla bütünleşen ölü bedenler kolonyalist bir zedelenişe (yeniden) maruz kalır. Müşterek yaşamın tarihsel izleri silinirken hegemonik bir kültürel inşa süreci yaşanır. Bu “biz”e yabancı olmayan bir hikâyedir, anlatılan bizim hikâyemizdir.